Hepimizin zafer bayramı kutlu olsun arkadaşlar.
Kuvayi Milliye Destani, bu konu ile ilgili yazılmış en güzel eserdir bence. Satır aralarında bu zaferin nasıl kazanıldığını çok güzel anlatmış büyük usta. Okurken insanın gözleri doluyor. Bize bu güzel vatanı hediye ederken canlarını verenleri saygıyla ve minnetle anıyor ve Allahtan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsınlar.
Çok uzun olduğu için en sevdiğim kısmını (8. bap) kopyalıyorum. İsteyen, vakti olan google dan çok kısa bir aramayla tamamına ulaşıp okuyabilir.
kuvay-ı  milliye destanı
başlangıç 
onlar 
onlar ki toprakta karınca, 
suda balık, 
havada kuş kadar 
çokturlar; 
korkak, 
cesur, 
câhil, 
hakîm 
ve çocukturlar 
ve kahreden 
yaratan ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. 
onlar ki uyup hainin iğvâsına 
sancaklarını elden yere düşürürler 
ve düşmanı meydanda koyup 
kaçarlar evlerine 
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler 
ve yeşil bir ağaç gibi gülen 
ve merasimsiz ağlayan 
ve ana avrat küfreden ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. 
demir, 
kömür 
ve şeker 
ve kırmızı bakır 
ve mensucat 
ve sevda ve zulüm ve hayat 
ve bilcümle sanayi kollarının 
ve gökyüzü 
ve sahra 
ve mavi okyanus 
ve kederli nehir yollarının, 
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı 
bir şafak vakti değişmiş olur, 
bir şafak vakti karanlığın kenarından 
onlar ağır ellerini toprağa basıp 
doğruldukları zaman. 
en bilgin aynalara 
en renkli şekilleri aksettiren onlardır. 
asırda onlar yendi, onlar yenildi. 
çok sözler edildi onlara dair 
ve onlar için : 
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, 
denildi. 
........
sekizinci bap 
26 ağustos gecesinde saatlar 
iki otuzdan beş otuza kadar 
ve 
izmir rıhtımından akdeniz'e 
bakan nefer 
saat 2.30. 
kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, 
ne ağaç, ne kuş sesi, 
ne toprak kokusu vardır. 
gündüz güneşin, 
gece yıldızların altında kayalardır. 
ve şimdi gece olduğu için 
ve dünya karanlıkta daha bizim, 
daha yakın, 
daha küçük kaldığı için 
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten 
evimize, aşkımıza ve kendimize dair 
sesler geldiği için 
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi 
okşayarak gülümseyen bıyığını 
seyrediyordu kocatepe'den 
dünyanın en yıldızlı karanlığını. 
düşman üç saatlik yerdedir 
ve hıdırlık-tepesi olmasa 
afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. 
kuzeydoğuda güzelim-dağları 
yanıyor. 
ovada akarçay bir pırıltı halinde 
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde 
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : 
akarçay belki bir akar su, 
belki bir ırmak, 
belki küçücük bir nehirdir. 
akarçay dereboğazı'nda değirmenleri çevirip 
ve kılçıksız yılan balıklarıyla 
yedişehitler kayasının gölgesine girip 
çıkar. 
ve kocaman çiçekleri eflâtun 
kırmızı 
beyaz 
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki 
haşhaşların arasından akar. 
ve afyon önünde 
altıgözler köprüsü'nün altından 
gündoğuya dönerek 
ve konya tren hattına rastlayıp yolda 
büyükçobanlar köyü'nü solda 
ve kızılkilise'yi sağda bırakıp 
gider. 
düşündü birdenbire kayalardaki adam 
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. 
kim bilir onlar ne kadar büyük, 
ne kadar uzundular? 
birçoğunun adını bilmiyordu, 
yalnız, yunan'dan önce ve seferberlik'ten evvel 
selimşahlar çiftliği'nde ırgatlık ederken manisa'da 
geçerdi gediz'in sularını başı dönerek. 
dağlarda tek 
tek 
ateşler yanıyordu. 
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki 
şayak kalpaklı adam 
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden 
güzel, rahat günlere inanıyordu 
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, 
birdenbire beş adım sağında onu gördü. 
paşalar onun arkasındaydılar. 
o, saatı sordu. 
paşalar : «üç,» dediler. 
sarışın bir kurda benziyordu. 
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. 
yürüdü uçurumun başına kadar, 
eğildi, durdu. 
bıraksalar 
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak 
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak 
kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı. 
saat 3.30. 
halimur - ayvalı hattı üzerinde 
manga mevziindedir. 
izmirli ali onbaşı 
(kendisi tornacıdır) 
karanlıkta gözyordamıyla 
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi 
baktı manga efradına birer birer : 
sağda birinci nefer 
sarışındı. 
ikinci esmer. 
üçüncü kekemeydi 
fakat bölükte 
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. 
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. 
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı 
tezkere alıp urfa'ya girdiği akşam. 
altıncı, 
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, 
memlekette toprağını ve tek öküzünü 
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için 
kardeşleri onu mahkemeye verdiler 
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için 
ona «deli erzurumlu» derdiler. 
yedinci, mehmet oğlu osman'dı. 
çanakkale'de, inönü'nde, sakarya'da yaralandı 
ve gözünü kırpmadan 
daha bir hayli yara alabilir, 
yine de dimdik ayakta kalabilir. 
sekizinci, 
ibrahim, 
korkmıyacaktı bu kadar 
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp 
birbirine böyle vurmasalar. 
ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki : 
tavşan korktuğu için kaçmaz 
kaçtığı için korkar. 
saat 4. 
ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası. 
on ikinci piyade fırkası. 
gözler karanlıkta, uzakta. 
eller yakında, makanizmalar üzerinde. 
herkes yerli yerinde. 
tabur imamı 
mevzideki biricik silâhsız adam : 
ölülerin adamı, 
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, 
durdu boyun büküp 
el kavuşturup 
sabah namazına. 
içi rahattır. 
cennet, ebedî bir istirahattır. 
ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, 
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir 
cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı. 
saat 4.45. 
sandıklı civarı. 
köyler. 
sarkık, siyah bıyıklı süvari, 
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. 
çukurova beygiri 
kuyruğunu karanlığa vuruyordu : 
dizkapaklarında kan, 
kantarmasında köpük... 
ikinci süvari fırkası'ndan dördüncü bölük, 
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. 
geride, köylerde bir horoz öttü. 
ve sarkık, siyah bıyıklı süvari 
ellerinin tersiyle yüzünü örttü. 
karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan 
bir başka horoz vardır : 
baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu. 
düşmanlar herhal onu çoktan kesip 
çorbasını yapmışlardır... 
saat beşe on var. 
kırk dakka sonra şafak 
sökecek. 
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». 
tınaztepe'ye karşı kömürtepe güneyinde, 
on beşinci piyade fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti 
ve onların genci, uzunu, 
darülmuallimin mezunu 
nurettin eşfak, 
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak 
konuşuyor : 
-bizim istiklâl marşı'nda aksıyan bir taraf var, 
bilmem ki, nasıl anlatsam, 
âkif, inanmış adam, 
fakat onun, ben, 
inandıklarının hepsine inanmıyorum. 
meselâ, bakın : 
«gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.» 
hayır, 
gelecek günler için 
gökten âyet inmedi bize. 
onu biz, kendimiz 
vaadettik kendimize. 
bir şarkı istiyorum 
zaferden sonrasına dair. 
«kim bilir belki yarın...» 
saat beşe beş var. 
dağlar aydınlanıyor. 
bir yerlerde bir şeyler yanıyor. 
gün ağardı ağaracak. 
kokusu tütmeğe başladı : 
anadolu toprağı uyanıyor. 
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp 
ve pırıltılar görüp 
ve çok uzak 
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak 
bir müthiş ve mukaddes mâcereda, 
ön safta, en ön sırada, 
şahlanıp ölesi geliyordu insanın. 
topçu evvel mülâzımı hasan'ın 
yaşı yirmi birdi. 
kumral başını gökyüzüne çevirdi, 
kalktı ayağa. 
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. 
şimdi bir hamlede o kadar büyük, 
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki 
bütün ömrünü ve hâtırasını 
ve yedi buçukluk bataryasını 
ağlanacak kadar küçük buluyordu. 
yüzbaşı sordu : 
- saat kaç? 
- beş. 
- yarım saat sonra demek... 
98956 tüfek 
ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden 
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, 
bütün âletleriyle 
ve vatan uğrunda, 
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle 
birinci ve ikinci ordular 
baskına hazırdılar. 
alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, 
beygirinin yanında duran 
sarkık, siyah bıyıklı süvari 
kısa çizmeleriyle atladı atına. 
nurettin eşfak 
baktı saatına : 
- beş otuz... 
ve başladı topçu ateşiyle 
ve fecirle birlikte büyük taarruz... 
sonra. 
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. 
bunlar : 
karahisar güneyinde 50 
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. 
sonra. 
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik 
aslıhanlar civarında 
30 ağustosa kadar. 
sonra. 
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. 
esirler arasında general trikopis : 
alaturka sopa yemiş bir temiz 
ve sırmaları kopuk frenk uşağı... 
yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı. 
nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,» 
nurettin dedi ki : «seni biz değil, 
buraya gönderenler öldürdü seni...» 
sonra. 
sonra, 31 ağustos günü 
ordularımız izmir'e doğru yürürken 
serseri bir kurşunla vurulan 
deli erzurumluydu. 
devrildi. 
kürek kemikleri altında toprağı duydu. 
baktı yukarı, 
baktı karşıya. 
gözler hayretle yandılar : 
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları 
her seferkinden kocamandılar. 
ve bu postallar daha bir hayli zaman 
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından 
seyredip güneşli gökyüzünü 
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. 
sonra... 
sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden 
ve deli erzurumlu ölürken kederinden 
yüzlerini toprağa döndüler... 
solda, ilerdeydi ali onbaşı. 
kan içindeydi yüzü gözü. 
bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. 
kaçanı kovalamıyordu yalnız 
ulaşmak da istiyordu bir yerlere 
ve sadece kahretmiyor 
yaratıyordu da. 
ve kılıçların, 
nalların, 
ellerin 
ve gözlerin pırıltısı 
ardarda çakan aydınlık bir bütündü. 
ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü 
ve şu türküyü duydu : 
«dörtnala gelip uzak asya'dan 
akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan 
bu memleket bizim. 
bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 
ve ipek bir halıya benziyen toprak, 
bu cehennem, bu cennet bizim. 
kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 
yok edin insanın insana kulluğunu, 
bu dâvet bizim... 
yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
ve bir orman gibi kardeşçesine, 
bu hasret bizim...»> 
sonra. 
sonra, 9 eylülde izmir'e girdik 
ve kayserili bir nefer 
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip 
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, 
güneyden kuzeye, 
doğudan batıya, 
türk halkıyla beraber 
seyretti izmir rıhtımından akdeniz'i. 
ve biz de burda bitirdik destanımızı. 
biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, 
türk halkı bağışlasın bizi, 
onlar ki toprakta karınca, 
suda balık, 
havada kuş kadar 
çokturlar; 
korkak, 
cesur, 
câhil, 
hakîm 
ve çocukturlar 
ve kahreden 
yaratan ki onlardır, 
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...